Bir Gün Önce Bir Gün Sonra

Emre Fidan
5 min readJun 30, 2023

--

Babamı en son ne zaman gördüm hatırlamıyorum. 27 Kasım’da hastane morgunun metal masası üzerine o siyah torbanın fermuarları arasından gördüm yüzünü, tamam. Fakat ertesi gün, cenazede? Biliyorum toprağa vermeden açarlar yüzünü ama ben gidip bakmış mıydım yoksa köy kahvesinin duvarına yaslanmış kalmış mıydım? Morgdaki o an ise aklımda kalmış. Annem ‘acıların dindi mi?’ diye sormuştu. Yüzüne baktım, ne aylardır vücudunu esir alan acının izi vardı ne de en ufak bir inilti. Gece vardiyası çıkışında gittiğim hastane odasında, şimdi karşımdaki, sadece huzurlu bir uykunun verebileceği dingin ifadeyi görebilmeyi ne çok isterdim.

Babalar Günü’nden bir gün önce gittim babamın mezarına. Bandırma’dan çıktıktan sonra yağmur serpiştirmeye başladı. Manyas ile Gönen’in tam ortasında, kuş uçmaz kervan geçmez bir köy bizimki. Çocukluğumda haftada bir kere eski kamyonetiyle seyyar bakkal gelirdi. Şimdi ise önce bahçelerinde ve yollarında tek tük çocukların göründüğü, daha bol davarlı, daha az kasvetli köylerden geçiyorum. Buğdaylı, Üzümlü, Ilıcak…

Mezarlığın önündeyim. Yavaş yavaş o mermersiz toprak kabartısına doğru yürüyorum. En köşedeki arkadaşının yanında, ellerimle koyduğum yerde yatıyor babam. Birkaç kök çiçek var yanımda, bu zamanda ekilir mi, ekilmez mi bilmiyorum. Sadece babama bir şey sunmak istiyorum o kadar. Toprağının üstünde yabani otlar, dikenler bitmiş. Doğanın bir gövde gösterisi gibi geliyor bu şimdi. Sanki tam orada 74 yıllık bir hayatın, hayallerin, sevinçlerin, acıların ve umutların gömülü olduğunu unutturmak, tüm izleri yok edip bağrına aldığı her şey gibi onun da hayvanî bir döngüye tâbi olduğuna ikna etmek istiyor. Hepsini değil ama birkaç kökü söküp atıyor, çiçekler için küçük boşluklar açmaya çalışıyorum. Nereye atsam elimi karıncalar kaçışıyor. Ben yenildiğimizi anlıyorum.

Adettir diye mezarı sulamak istiyorum. Bunu yağmur altında yapmanın yarattığı tezadın farkına varıyor ama önemsemiyorum. Mezarlığın girişinde küçük bir ardiye var, kazma ve küreklerin bırakıldığı. Oradan bir kova alıp, çeşmede dolduruyor ve suluyorum toprağı. Birileri gördüyse garipsemiştir ama önemli değil. Şimdi burada babam için yapabileceğim o kadar az şey varken, bunlardan birini bulutlara bırakmak istemiyorum. Tüm yapamadıklarımın kefareti için.

Mezarlıktan çıktıktan sonra köyün içlerine girmeyi istemedim. Oysa ninemin bahçesindeki ağaçlara bir kez daha bakmalıydım. İncir ağacına bakmalıydım, 25 yıl önce dalından koparıp yediğim o incirlerin tadını unutmadım. Sonra nar ağacı… Zarafet kelimesinin tam karşılığını onda görmüştüm. Ama girmedim ne köyün içine ne de bahçeye.

Babalar günü…

Ve bir gün sonrasında Sadi Konuk Hastanesindeyim. Hastane kıyısında küçük bir çam korusu var. Çocukluğumda birkaç kez bisiklet sürmek için gelmiştik arkadaşlarımla. Korunun diğer bir ucunda Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi var. Gündüzleri hayat dolu hastane, bir hastane ne kadar hayat dolu olabilirse… Her şey, sedyeler ve kediler, hastabakıcılar ve cezaevi araçları, hasta yakınları ve tekerlekli sandalyeler hiç bitmeyecekmiş gibi duran bir telaşenin dekoruna benziyor. Fakat mesai bitimi tüm o curcuna sona erdiğinde dışarısı gerçek sahiplerine, yatan hastalar ve onların yakınlarına kalıyor.

Babamı hep bu saatlerde çıkarırdım dışarı. Çok ağrısı vardı ve yatağında doğrulmak bile eziyete dönüşüyordu bazen ama yine de dışarı çıkmak isterdi. Önce hastanenin ‘acil’ kısmına gider, nüfus cüzdanım karşılığında bir tekerlekli sandalye alırdım. Babamın odasının olduğu binadan Ruh ve Sinir’e giden asfalt yolda yavaş yavaş ilerlerken havadan sudan ve hastalığından konuşurduk. Tekerlekli sandalyenin en iyi yanı o sıralarda hastanızın sizin yüzünüzü görmüyor oluşudur.

Babam öldükten sonra ilk kez geliyorum bu hastaneye. Burada geçen her anı hatırlamak istiyorum fakat mümkün değil, sadece birkaç saniyelik görüntüler geçiyor gözümün önünden. Hastane kapısının önünde annemle sigara içişimiz, başka hasta yakınlarıyla ayak üstü edilen sohbetler, karşılıklı temenniler, görevlilerin olmadığı boş bankolar, kalabalık asansörler… Ve yüzler. Doktorların umursamaz, hemşirelerin sevimli, annemin yorgun, babamın acı dolu yüzü…

Yine o iki yanını çam ağaçlarının süslediği yoldan ilerliyorum. Sağ tarafımda Amatem ve onun küçük bahçesi var. Bir süre daha ilerleyip, arkasında hiçbir zaman boş kalmayan güzel bir çardağın bulunduğu başhekimlik binasına ulaşıyorum. Binanın karşısında da küçük bir süs havuzunun olduğu bahçe var. Etrafı banklarla dolu, ortasında ise Rodin’in ünlü ‘Düşünen Adam’ heykelinin replikası var. Bankların bir iki tanesi hariç hepsi boş ama benim özellikle aradığım biri var. Bahçeyi çevreleyen diz boyu kadar örme duvarın hemen dışında, hastanenin ana giriş kapısının tam karşısındaki… Zihnimde en çok yer eden en uzun sohbeti orada etmiştik. Ben bir şey anlatmadım, ne anlatacaktım zaten? Çaresi bulunmayan bir hastalığa tutulmuş, günden güne eriyen bir adama ne diyecektim? Ben sordum, o anlattı.

17 yaşındayken tek başına köyden çıkıp İstanbul’a ağabeyinin yanına gelmiş. Birkaç yıl Bağcılar’daki evde amcam ve yengem ile yaşamış. Yengemin kendisi üzerinde çok emeği varmış, hakkını teslim etmişti. Bir işe sokmuşlar, çalışmış. Disiplinli çalıştığını, işini iyi yaptığını gösteren birkaç örnek vermişti. Girdiği işte tutunup durumunu biraz düzeltince kendi evine çıkmış. Hatta sonra, tam hatırlamıyorum ama ya patronunun ya da inşaat işinde olan bir arkadaşının cesaret vermesiyle borç harç bir ev almış. Ben iki yaşına gelinceye kadar o evde yaşamışız.

Bu süreçte çalışırken aynı zamanda da akşam okuluna gidiyormuş. Böyle böyle hem çalışıp hem okuyarak lise mezunu olmuş. 70’lerin başı için lise mezuniyeti iyi bir derece olmalı. Fakat babamın hayatında hiçbir şey değişmemiş, fabrikada işçi olarak çalışmaya devam etmiş. Annemin babamla girdiği tartışmalarda bu durum bir koz olarak öne sürülüyordu birçok zaman. Annem hep, o yıllarda lise mezunlarının banka müdürü olduğunu, babamın ise işçi olarak kaldığını söyleyerek hayıflanırdı. Babam alınmazdı buna, hatta yüzü alaycı bir ifade alırdı. Anlardım, umurunda değildi banka müdürlüğü. Öyle hırsları yoktu babamın.

Akşam hafiften çökmeye, hava serinlemeye başlamıştı. Bu gezintilerde hırkasını alırdık hep yanına. Cılız bir sokak lambası vardı tepemizde, onun aydınlığında anlatmaya devam etti. Derby jilet fabrikasında mutluydu, işini iyi yapıyordu ve müdürleri tarafından seviliyordu. Sonra belki de fabrikanın tek lise mezunu işçisi olarak emekli olmuştu. Benim aklım ermeye başlayalı beri emekliydi babam. Birkaç sefer değişik işlere girip çıkmıştı ama kısa sürmüştü. Bunlardan en uzunu ve benim de en sevdiğim işi Novartis’in ilaç mümessilliğiydi. Çünkü şirketin doktorlar için ürettiği tüm promosyon ürünlerinden benim payıma da düşerdi. Kalem, defter, ajanda, masa lambası vs.

Emeklilik yıllarının büyük çoğunluğu ise kahvehanede geçmişti. Buna da bozulurdu annem, bizimle vakit geçirmek yerine duman altı bir kahvehanede arkadaşlarıyla kağıt oynamasından yakınırdı. Ben ise çocukluğumda bunu dert etmezdim. Çünkü babamın kontenjanından ben de kahveye girip maç izleyebiliyordum. Galatasaray maçları dışında bir kere de Fiorentina maçı izlediğimi hatırlıyorum. Çocukluk dönemi sonrası ise biraz da annemin dolduruşuna gelip babama hiç söylemesem de içten içe suçlamıştım onu. Evlenip çocuğum olunca ise anladım.

Ben eskileri sordukça o lafı bugünlere getiriyordu. Köy evinin tadilatını anlatıyordu uzun uzun. Ahırın çatısını da onarmak gerekiyormuş, her sene tarlayı kiralayan adam bu sene çok düşük fiyat vermiş. Köyünü severdi, her sene birkaç ay mutlaka orada kalırdı. Hastalığı nedeniyle bir ay kadar önce gelmişti köyden İstanbul’a. Özlediğini hissedince telefonumdan köyün bir videosunu açmıştım. En son oradan gördü.

Zayıflıyordu git gide, boynunun kenarındaki damarlar ince yeşil bir ip gibi gösteriyorlardı kendilerini. Birileri yaralı ayaklarına değer diye sakınıyordu, soğuk böbreklerine işler diye ürküyordu.

Şimdi tek başıma oturduğum bu banktan etrafa bakıyorum. Büyük ve uzun ağaçlar… Hiçbir şey olmamış gibi sakin ve ahenkle dallarını sallıyorlar. Kaç hastayı uğurladılar bugüne kadar? Çamların arasında bir tane malta eriği ağacı da varmış, o zaman dikkatimi çekmemişti. Arkamızdaki çalıların arasında bir büst varmış bir de. Kulak misafirimizin kim olduğunu merak edip baktım, Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay’mış. Bu kez cılız sokak lambası yanmadan kalktım oradan.

Affet baba.

--

--